Büyük taarruz 30 Ağustos Zafer Bayramı. Memleketi bu sürece iten sonun başlangıçlarını iyi bilmek lazım. Birinci dünya savaşından girizgâh yapmakta fayda var. Osmanlı’nın istemeyerek de olsa müttefik Almanya’yla birinci dünya savaşına girmesinin faturasının da ödeneceği günlere geçiş.
30 Ağustos Zafer Bayramı öyle dört günde elde edilmiş bir kurtuluş olarak tarihe geçmemiştir. Almanların kudret görülen yüksek teknolojileri, çok iyi denizaltıları, zırhlıları da olsa savaşla baş edemedik. Hem kara da hem su da savaşı yönetecek bir devlet değillerdi. Kayda değer komutanlar, insanlar da değillerdi. Siyasi rekabet için yapılmaması gereken şeylerin yapıldı, Talat Paşanın nefer kıyafetiyle taraflar hakkında “Bu iş bunlarla olmaz” gibi konuşması gibi daha birçok nedenlerle ordu çok kaybetti. Talat Paşa’nın vatanseverliğinden şüphe etmek yanlış olur fakat yakışan tutumlar değildi. Siyasetin orduya entegre edilmesi de kaybettirdi. İttihatçılar diplomasiyi küçümsedi, kullanamadılar. Kabine adamlarının anlamadıkları işlerde bulunmaları, bilgileri kitap bilgisinden öteye gitmez bir imparatorluğun politikasını yürütecek durumda olmayan bir sürü insan kalabalığı.
Mesela Avusturya Macaristan kabinesindeki yöneticilerden biri Bosna Hersek’i ilhak etmek gibi vahim bir hatası vardır. Ekonomisi güçlü Avusturya işgal kuvveti ve işgal idaresi olarak birtakım işleri yürütüyordu. Ancak beyaz fili gütmeye kalkması sağlıklı bir hareket değildi. Başta bu durumu kabullenen Osmanlı devleti başta diğer devletlerde de soru işareti uyandırdı. En başta Rusya rahatsızdı. Avusturya’ya bu konuda tebliğ yapıldığı halde dinlemedi. Alman hariciyesi dümdüz gidiyordu. Yani olması gereken ustalıklara sahip değildi. Rusya diplomat görünen aslında hayalperest bir dünya içinde, “Biz boğazları alacağız. Diyor. Rusya vahim, kocaman bir imparatorluk. Gemilerini saklayacağı, konaklayacağı, tersaneye çekeceği, demir attıracağı kullanabileceği doğru dürüst duruma sahip değil. Gemilere bakım yapıyorlar, yeniliyorlar, halısını değiştiriyorlar ama gemiler buzdan çıkamıyor. Yılın sekiz ayında buzun içinde kalan bir ülke. Denizleri donanmaya müsait değil. Onun için güneye sarkıyorlar. Rusya’nın bütün derdi bu. Kala kala Karadeniz kalıyor. Koca bir imparatorluk orada oturacak. Bu bugün de böyledir. Nükleer kuvvete ulaşmış bir donanma bir yerlere açılmak durumunda. Suriye’ye el attı ve Trablusgarp’ı networke dahil ediyor. Öbür türlü yaşayamaz. İngiltere üstleriyle Kıbrıs’ta…
İngiltere sen oradan çekilirsen söyleyecek bir laf yok, çekilmezsin bu ayakta kalmak için verdiğin mücadele değil de nedir?
Şimdi bunu söylediği zaman bazı yerleştirmelerle Kıbrıs’a “Türk emperyalizmin sözcülüğü yapılıyor.” Deniliyor… Pekâlâ zatıalileri Mazı dağından oraya hangi emperyalizm güçle geldiler acaba… Bazı şeylere dikkat edeceksiniz…
Osmanlı’nın hakkı yenmez tabi ama biz o günlere, haritalara bakalım. Osmanlı zor durumda ve bir savaşın eşiğindeyiz. Sazanov’la Churchill anlaşıyorlar. Sazanov İstanbul’u alacak. Churchill İstanbul’u ona verir mi acaba? Biz gemileri verecekken hem paranın hem geminin üstüne nasıl yattıysa Rusya’ya da benzer bir şey yapabilir. Bu tip sözden dönme politikaları malum. Churchill planı Çanakkale’den rahatça girecekler Marmara’ya ve İstanbul’u alacaklar zırhlılarla. Sonunda kendi aralarında birbirlerine girdiler. Güya bir ara anlaşmışlardı.
Çanakkale’ye İngilizler ve Fransızlar geldiği zaman niçin Ruslar ’da kuzeyden Karadeniz’den İstanbul’a bir donanma yollamadılar?
Kuzeyden donanmayla içeri girecekler aynı problem, o donanmayla kuzeyden içeriye girmeleri çok zor. Çünkü onu besleyecek halleri yok. Tut ki girdiler, ne yapacaklar? Öbürü kara orduları yağdırıyor. Yeni Zelanda’dan, Hint’ten gelenler, deniz zaten kendisinin. Yani bir tek Karadeniz’i kullanarak inmesi ne ifade ediyor?
Rusya için bir şey ifade etmiyor, gemisi yok. Bekliyor ki ötekiyle birlikte koordine, koordinatlar içinde hareket etsin diye.
Osmanlı Devleti Almanya yerine İngilizlerle savaşa girmek istedi. Ama İngilizler bunu kabul etmedi.
Neden?
İngilizler Balkan savaşına bakınca ne hale gelmişler, bunlardan müttefik falan olmaz? diye düşünmüş.
Osmanlı Devleti’nin diplomasiyi kullanamamaları yüzünden Balkan Devletleri ilk ve son defa bizim karşımızda birleşmeleri ortada. Bu çok açık.
Hani bazı çok Abdül Hamit’i çevreler bir anekdotla derler ya… “İki çeteyi birbirine düşürür. Bir Rum’a Bulgar Manastırı yaktırır çeteye, arayı bölerdi,” derler.
Aslında “Abdül Hamit sürgündeydi. Selanik’i terk ederken “Vah vah bir çeteye öbür çetenin mallarını, manastırının mallarını yaktıramadılar mı? demiştir.
Yani bu değil. Bu kadar basit değil Hamid’i Balkan politikası fakat şurası bir gerçek maalesef ittihatçılar hiçbir şekilde politikalarının içinde diplomasi içinde bilen bir kuvvet değildi. Balkan savaşının başındaki bu çok açık dış işleri bakanımızın söylediği şey “Ben ismim kadar eminim Balkanlardan,” Aslında savaş anında orduda terhisler var hatta. Bu çok önemli tecrübeli asker açısından. Bu şekilde güvenmenin kendince bazı nedenleri olabilir. Ama şurası bir gerçek ki İtalya’nın Trablusgarp sırasında ne kadar gaflet içindeyse kabine diplomasi bilmediği, istihbarat hizmeti iyi gitmediği için aynı durum Balkan’da da tekrarlandı. İkinci bir zaaf Osmanlı donanması maalesef çok ihmal edilmişti.
O dönemde bütün ahali Abdülhamit darbeden korktuğu için donanmayı batırdı.” diyor. Tabii ki bu böyle değildir. Yani insan inanmak istemiyor…
Sultan Abdülaziz’in kurduğu geniş donanma teknolojik değişimlere uyduramıyor kendisini. Çünkü bu gemilerin teknolojisi 1830- 1930 arasında hatta daha da öncesi bir dönemde inanılmaz şekilde değişiyor. O zaman havacılık filan yok. Bütün teknik bilgi denizlerde. Savaş yıllarında bir bakıyorsunuz gemiler buhara çevrilmiş, bir müddet sonra acayip torpidolar çıkıyor, bir süre sonra o harbin içinde kömür yerine petrol kullanılmaya başlanıyor, teknoloji böyle bir şey. Churchill’in Britanya donanmasına verdiği stratejik zararlar yanında Gelibolu gibi. En büyük kazancı Petrolü dayadı. Donanmayı öyle ıslah etti. Buna yönelik bir zaafı var Churchill’in. Bunun için çok çalıştı.
Bizim ne balkan ne birinci cihan harbinde kuvvetli bir donanmamız yoktu. Yapılmamış.
Bilerek mi yapılmamış? Parasızlıktan mı? imkânsızlıktan mı?
Çok kolay değil o.”
Büyük mücadele, para, uğraşı gerektirir,” Lüksten, ekmeğinden, rızkından kesmen gerek…
Bu günümüz de de yapılamıyor ve orada da kolayı bulunuyor.
Gemileri değiştirmek yerine, gemileri çekin,” diyor.
Sultan Hamit politikasının en büyük özelliği tahta çıkar çıkmaz Osmanlı Rus savaşıyla karşılaşması.
O savaşta bizim donanımımız silah donanımımız piyade tüfeklerimiz mükemmel, komutanlarımız iyiydi. Kurmay eğitimi 1840’tan beri semeresini vermişti.
Burada aralarında bir rekabet vardı. Ve bu kaybedilen savaş bizim hakkımızdaki intibamızı da düşürdü. Durumu Osmanlı’da kabullenmişti. Hayalperestlik, zayıf donanma, zayıf uzmanlıklar, kuru karargâh subayı, kuru yaverler. Ortada ikna olacak bir dutum yok. Almanya olması gereken gibi savaşmıyor.
Gaziosmanpaşa, Gazi Ahmet muhtar paşa intikamcılığı geliştirmiş adamlara o savaşı borçluyuz. Bu çok önemli. Mühendislik ordunun meselesidir. Bunun üzerinde durmak şart. Savaş kabiliyetinin azalması doğrudan doğruya kıtalar arasında, komutanlar arasında rekabetten ileri gelir. Hükümeti etkileyen örgütlü grup iltihakı terakki hükümetle hemfikir değildi. İhtiyar vezirlerin durumu bambaşka…
Aralarındaki rekabetle, kaybedilen savaş bizim hakkımızdaki itibarımızı da düşürdü.
Memlekette aşçısından, terzisine kadar her şey sorun. Osmanlı’nın değişen dünyaya ayak uydurmakta geciktiği zamanlar çağ ile arasında uçurum açtığı bir çok şeyi kaçırılması diyelim.
Bu durumu Osmanlı’da kabullenmişti. Hayalperestlik, zayıf donanma, zayıf uzmanlıklar, kuru karargâh subayı, kuru yaverler. İkna olacak bir nokta yok. Almanya sözde savaşta ama olması gereken gibi savaşmıyordu. Aslında Osmanlı imparatoru Almanya ile girmek istemediği savaşa İngilizlerle girmek istedi.
Sultan Abdülaziz’in kurduğu geniş donanma teknolojik değişmelere uyduramıyor, stratejik hataların verdiği zararlar diz boyu.
Kurmay eğitimleri meyvesini verecek kadar iyi, komutanlar iyi ama ordunun beslenmesi karşılanmıyor. Her şeye rağmen her şey Türk donanmasının ve ordunun zaferidir.
Azalan savaş kabiliyeti, komutanlar arasındaki rekabet hükümeti etkiledi. Sultan Abdülaziz ilk Avrupa’ya çıkan devlet adamı. Ulusal marşımız yoktu. Sultan Abdülaziz yurtdışında mecburen alaturka bir besteyi marş diye çaldırmak zorunda kalmış ve döndükten sonra sultan Abdülaziz artık orada gördüğü manevraları takip etmiştir.
Takip etmek bambaşka bir şey. Bilip takip etmemek daha başka… Ordu ve donanmaya gereken yüksek teknoloji ve parayı verecek durum yoktu. O yüzden Kuzey Ege adaları elden çıktı. Elle tutulur zırhlarımız yoktu. Mükemmel İtalyan donanması herkesin önünde engeldi. İtalya, Yunanistan’ı da bırakmadı. İkinci Cihan harbinin sonuna kadar da bu öyle kaldı.
Mustafa Kemal Atatürk, “İstanbul’da İngiliz donanmasına bakıyor ve geldikleri gibi giderler,” diyor ama işgal sadece İstanbul’la sınırlı değil ve biz aslında İstanbul işgal edildiğinde İngilizlerin dört yıl burada kaldıkları yıllardan bile pek fazla bir şey bilmiyoruz. Mustafa Kemal Atatürk çağdaş, ileriyi görebilen insanı seven vicdanlı bir lider. Tarihte onun için hata yaptığı söylenen hiçbir şey onun bilgisi dahilinde olmamıştır. Bir isyan bastırılmak istenir belki ama dozunu kaçıran o isyanın başında bulunan komutanlar olmuştur O nedenle ben “Bu ve benzeri durumlar hakkında “Hala çözemedim,” diyen insanları anlamakta güçlük çekiyorum. Çağdaş yeni bir kapının açıldığı, topraklarımızın genişlediği bir devletin kurulmasına karşılıksız gönül veren Mustafa Kemal Atatürk ve demokrasi için canlarını veren demokrat silah arkadaşlarını, kadınlarımızı, çocuklarımızı, gençlerimizi saygı ve rahmetle anıyorum…