Neticede yeni şeyler söylemek lazım, tıpkı bugün olduğu gibi, dünü bırakıp Mevlana gibi yola koyulmak gerekir azizim diyor insan ama dünde yaşananları da zihninden atamıyor vesselam. Gündeme dair, düne dair, dünün bugüne ışık tutan kısmına bakmak gerekir çoğu zaman, dolayısıyla bu yazı dizimize başlarken dünü bırakmadan geleceğe nasıl bakarız onu yazmak istedim. Siyaset her zamanki gibi yazı mecramızın tamamını kapsayacak. Gönül ister ki Edebiyattan sanattan söz edelim, şiirler okuyup, türküler söyleyelim. Lakin biz bildiğimizi yapalım, Nazım’ın dediği gibi ‘Herhal ileridedir yaşanacak günlerin en güzelleri’ deyip, 24 Haziran seçimlerini dilimizin döndüğü, aklımızın yettiğince analiz etmeye çalışalım.
Efendim 24 Haziran gecesinde, ülkede demokrasiye inanan, çağdaş ve uygar olarak tanımlayabileceğimiz bir kitlenin bu seçimde önceki seçimlere göre daha iyimser bir bekleyiş içinde olduğunu bilmeyen yoktur. Neticede objektif kıstaslar da göz önüne alındığında aslında çok da abartılı denilemeyecek bir bekleyişti bu. AKP-MHP ittifakı tamamen kurumsal anlamda doğumunu gerçekleştirmemiş ve sancıları devam etmekteydi. Hatta Başkanlık rejimi için bir yıl önce yapılmış referandumda ki ucu ucuna zafere ulaşılmıştı onlar adına. Onlar demişken nasıl başlıyordu sahi o destansı şiir?
‘Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden ki…’
Evet efendim bizi kahreden aslında bir memleket meselesidir. Neyse devam edelim. Bu süreçlere gelirken, Türk milliyetçiliği konusunda vurgu yapan ve bana göre yarım kalmış bir Afrin Operasyonu ile milli duygular törpülenip, devletin bekası anlayışı ön plana çıkartıldı. Bu hamleden sonra içeride seçmen üzerinde hatırı sayılır bir kitle; devlet, millet, vatan, toprak söylemlerini tek adam çatısı altında birleştirmeye çalışan bir algı operasyonuna maruz bırakıldı. Ha başarılı oldu mu evet oldu. Ancak bu hareket dışında, iktidarın karnesinin tüm başlıkları kötüye gidişi ve kriz işaretlerini veriyordu zaten. AKP kampanyası soluk,renksiz, MHP ise gayretsizdi. Tayyip Erdoğan ise gafları ile performansını hayli yitirmiş görünmekteydi. Buna rağmen muhalefet her ne kadar heterojen olsa da, bir takım kan uyuşmazlıklarına karşın birliktelik görüntüsü ve mesajı vermeyi başarmıştı. Üstelik koşulların ne kadar eşitsiz olduğunu da vurgulamaya gerek yok sanırım. Neticede muhalefet cephesi seçmenin ilgisini çekmeyi başarmıştı. Şimdi efendim 16 Nisan 2017 referandumunda kazansa bile, ‘atı alan Üsküdar’ı geçti’ geçiştirmesi ile üzeri örtülmek istenen bir meşruiyet açığı ile aslında 2019 seçimlerinin kendisi için ne derece zor ve sıkıntılı olacağının da sinyallerini vermişti O. Kafasında tasarlamış olduğu bu sistemi, ödüller ve cezalarla, seferberlik ve operasyonlarla, baskı ve sindirme diyebileceğimiz hamlelerle ve iktidar partisi olmanın verdiği tüm imkanları da kullanarak, kabul ettirmişti. Yani referandumdan çıkan sonuç demokratik terbiyenin de törpülendiğini varsayarsak, iktidarın elindeki fiili durumu biran önce anayasal statüsüne kavuşturmak gayretiydi diyebiliriz. MHP ile işbirliği ise isteneni elde etmenin ne derece zor olduğu ile ilgiliydi. Aslında bir mecburiyetti. Tüm hazırlıklarını tamamlayan iktidar cephesi aslında baskın bir seçim ile muhalefeti seçime hazırlıksız yakalamak istedi. Zira Türk tipi başkanlık olarak adlandırılan bu sistemi 2011 yılından bu yana bütün siyasetini adadığı bir kurum olarak da adlandırabiliriz. Bu sistemin başı sonun ayrı analiz edilir de araya bir bilgilendirme koyacak olursak, Bakanı Mehmet Şimşek’in yıllardır ürkekçe dile getirdiği yapısal reformları gerçekleştirerek kurala dayanan, istikrarlı ve öngörülebilir bir ekonomi düzeni kuramazdı diyoruz. Çünkü böyle bir durum uzun yıllar kazandığı keyfilik konforunu imkansızlaştırırdı. 2018’in Bakanı Albayrak da ‘neeeymiş bu yapısal reformlar’ manşetini atmıştı zira.
AKP iktidarının heybeti, haşmeti, ihtişamı, yaldızlı-varaklı koltukları politika oluşturup sorun çözme becerisinden ziyade, hiçbir harcamadan kaçmayan gösterişten kaynaklanmaktaydı. Bu kaçınılmaz harcamalara demokratik değerler ve ilkeleri de dahil edebiliriz. Aslında bu zihniyet, hizmet edecek projeler geliştirmiyor, yapısal ve kurumsal anlamda reform anlayışını barındırmıyordu. Üzerinden kimsenin geçmediği, geçenlerin de alternatif rotalar kendilerine yasaklandığı için mecburen geçtiği tartışmalı köprüler ile göz boyama projelerden ibaretti. Tabi 15 Temmuz meselesini iktidarın alanlarını genişletme meselesi yapması konusuna hiç girmiyorum burada. OHAL, KHK filan o kadar olağanlaştı ki bu süreçten sonra, işte parlamenter demokrasiyi yok etmek isteyen dinamitinin fitili bence ilk orda olmasa da ateşlenmişti bir defa.
Şimdi Erdoğan’ın seçim hamlelerinden söz açmışken seçim yasasındaki iki önemli değişiklikten de bahsetmemek olmaz. Birincisi sandık kurulu başkanlarının devlet memurları olmasını sağlayarak, siyasi partilerin yürüttüğü seçim sürecini idarenin etkisine açtı. Buna üç bakanlığın seçim sürecinde istifa etmemesini de ekleyebiliriz. (İçişleri-Ulaştırma-Adalet). İkincisi 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra başlayan MHP ile işbirliğini resmileştirmesine imkan veren seçim hukukunu yine MHP’nin isteği üzerine seçim yasasına yerleştirdi. Böylece MHP ile ittifakını da peşinen ilan etti. Bu da iktidar cephesinde yenilmezlik algısı yaratıyordu. Tıpkı şuan yerel seçim öncesi yaratılan algı operasyonu gibi. Burada seçmen davranışlarını yönlendirecek girişimlerden muhalefet cephesinin açıklama yapması pek tabi doğru bulunmaz. Neticede MHP de baraj sorununu böylece halletmiş oldu. Danıştay , Yargıtay, HSK gibi yüksek yargı kurumlarına yaptığı atamalarla fiilen, MİT’i resmen kendisine bağladı. DHA gibi ulusal haber ajansını ve Hürriyet gibi kritik bir gazeteyi bünyesinde bulunduran Doğan Medya Grubu’nun emin ellere geçmesini sağladı. Böylece etkili olabilecek bir kısım medyanın özerk ve tarafsız davranma riskini bertaraf etti ki, seçim için kritik bir hamleydi.
Dolayısıyla bizce her türlü müdahaleye ‘yerli ve milli’ kılıfı giydirerek, serbest ve adil seçim şartlarını ortadan kaldıran pratikler ile, hakimiyeti tamamen kendine geçirdi. Yerli ve milli söylemi esasen 2012’de benimsenen İslamcı medeniyet söyleminin Türk Milliyetçiliği ile takviye edilmiş haliydi. Bu söylem de esasen otoriter modernleşme ile hesaplaşıyorum derken mevcut toplumla barış(a)mama hali oldu.
İktidar cephesi için anlatacaklarım kısaca bunlar, seçim sath-ı mahaline girince AKP’nin öngörüsünün aksine teslim olmamış, canlı ve diri muhalefet vardı. Bunu da bir sonraki yazımda sizlerle bölüşeceğim. Dünün cephesinden bugünlük anlatacaklarım bunlar.